Ali Arif Ersen Yıllardır yatıyor. Yıllardır fotoğraf makinesini eline almadı. Yarın alsa, objektifini nereye yönelteceğini sorduk.

Burcu Aksoy, Can Altay, Ani Çelik Arevyan, Arif Aşçı, Banu Cennetoğlu, Orhan Cem Çetin, Zekâi Demir, Cemal Emden, Hasan Deniz, Ahmet Elhan, Murat Germen, Ara Güler, Sıtkı Kösemen, Nevzat Sayın, Ahmet Sel, Serkan Taycan, Nazif Topçuoğlu, Özcan Yurdalan,

aynı pozdan birer tane çektiler. Bu sergi çıktı.
Hepsine teşekkür ederiz. A.E.- S.A.

ALİ’DEN ONLARA BİR, ONLARDAN ALİ’YE BİRER

“Kışları,  gül ağaçları güllerini düşünmeye koyulur.”
Ramon Gomez de la Serna

Bu serginin de bir hikâyesi ve hatta bir de tarihi var. En başından adımlayarak yazılabilir. Hikâyeyi bilmek sergiyi görene ne kazandırır? Bilginin fazlası, anlamak için tombul bir minder olmaktan başka işe yaramaz. Ortada duran şeye, rahat, biraz da gereğinden fazla yüksek bir konumdan bakmak, bakanı anlamaya götürmez.

O halde, bu serginin yolu üzerindeki bazı kelimeleri, hem de ortaya geliş sıralarıyla biraz daha belirgin kılmak, belki merak edene parola işlevi görebilir. Kaldı ki kelimenin kendisi de düpedüz bir parola değil mi?

Davet. En yalın halinde boşluğa yapılan bir çağrı. Bazen günü, saati, hatta çağrılanın adı, duada olduğu gibi, açıkça belirtilse de, davet aslında bir bekleyişin adı. Karanlıkta yakılan bir ışık. Sessizliğin ortasında bir çığlık. Kalbin kendini apansız ortaya koyması.

Ali’ye, yıllarca aradan sonra kameranı yeniden bir şeye doğrultsan dediğimizde, önce “Haydarpaşa Garı’nın oradaki balon” cevabını verdi. Ama balonun yüksekliği artık bir yer olarak hayatımızdan çıkmaya hükümlü garı görmeye yetmiyordu. Gar, belki yeni haliyle ve hatta muhtemelen eski adını da koruyarak yeni türden bir mekân olarak yeniden “yapılır”.  Lâkin Haydarpaşa Garı bu ikinci hayatında bir “yer” olmaktan çıkacak. Yer yapılamaz,   yer “olur”.

Ali’nin ikinci tercihi Koço oldu. Hiçbir ek açıklama yapmaksızın. Uzaktaki ışığı iğne deliğinden gördü. Aklına yapılan davete karşılıksız uydu ve yeni bir davet çıkardı. Ne Koço’ya, oradaki bir ayrıntıya dair bir şey dedi, ne de bu işe katılsın istediği bir fotoğrafçının adını andı. Açık davete açık davetle geldi.

Ziyafet. Bekleyenin, davet sahibinin hazırladığı. Misafirperverlikle aynı evde oturuyor. Kalbin açılabildiği kadar cömert. Sefere çıkana, yolcuya açık kalple sunulan her şey ziyafet. İçinde yemek olmasa, tek ekmeğin paylaşılması olsa da ziyafet, gelene açılıveren bir sofra. Aralık kapının ardına kadar açılması, uzaktaki ışığın yakın aydınlığı.

Ali’nin davetine tereddütsüz evet dediler. Hem de ellerinde birer fotoğrafla ziyafetine katıldılar. Ali’nin hiç düşünmeden yaptığı çağrı sonunda hepimiz için bir şölene döndü.

Ama burada bitmiyor. Bu serginin oluşu(mu) başka parolaları, bir türlü peşimizi bırakmayan insanın derin vadilerine dair muammayı capcanlı tutmaya yetiyor. 

Gözler. Onlarla dünyaya dair ne yapılabilir? Alışkanlıkla her şey ya da çok şey demek mümkün. Gülünebilir, ağlanabilir, söylenebilir onlarla . Pekalâ kelimeler de yapılabilir. Onlarca insana meram anlatılabilir. Tonlarla kelimeyle. Biri “kalem tutar”yazar ha yazarken, diğeri el sıkmaya, karşılamaya, bir kapak hareketiyle güzel şeyleri karşılamaya durur. Hakkında bilinenleri unutturur, iki tek göz bir koca beden olur .

Beyin. En vurgun yemiş haliyle yaralarını yalayarak sağa sola buyruklar yollayan. En çok bilindiği, “çözüldüğü” sanılan anda en yabancı. Bütün metaforları üzerinden attıktan sonra bile çıplak kalmayan o mikrokozmos, akılla ruhun gel-gitine dayanan gri kale. Ebedi bilinmeyen.

Hayaller. Görülüp bilinenlerle kurulup yapılanların zamansız  ve kırılgan dansı. Hiçbir kurmacaya/yanılsamaya geçemeyen, ayık anların tahammül sınırlarının berisinde kalmasını sağlayan senaryo. İlk andan sonuncusuna dek bir gönül sermayesi. Şeylerle bağımız iyice zayıfladığında dahi, hayaller durdukları yerde belki de en çılgın gösterilerini yapıyor ve kendi eserini seyre dalan kifayetsiz kurgucu-seyirci koltuğuna oturtuyorlar bizi.

Hasret. Yokluğun duyularını bozulmadan taşıyan. Onca zaman, boşluğu doldurmadan, yokluğu gidermeden üstünün örtülmeden kalmasını mümkün kılan o yoğun, yırtılmaz tül. Tüm iç vaktin değişmez eşlikçisi.

Eller. Şeylerin mesafeli duruşunda, aklın tüm diğer gerçek çocukları kendilerine içaçıcı bir oyun alanı bulabiliyorsa eğer, eller saygı ve tevekkülle toprağa dönük durabilir.

Tüm bunlar olurken, Ali’nin davetine hazırlıklar yapılırken, bilhassa kimi fotoğrafçı arkadaşlarla Koço’ya gittiğimizde tertulia hep aklımdaydı. İspanya’da yazan, yapan, düşünen yarenlerin sabahlara kadar yiyip içip söyleştikleri o acayip (gizli?) ayin.

O tablo, Tertulia tablosu hep gözlerimin önündeydi. Sonradan Jose

JOSE GUTIERREZ SOLANA, POMBO KAHVESİ TERTULİASI, 1920

Gutierrez Solana’nın elinden çıktığını öğrendiğim o ziyafet/muhabbet tablosu. Sofranın etrafında oturanların her birinin gözlerinde ve oturuşlarında birer karakterin yaratıldığı o yemek tablosu: Pombo Kahvesi Tertuliası. Solana, Leonardo’nun Son Yemek’ini, en azından onun hayalini ne kadar aklında tutmuştu resmi yaparken? Goethe’nin Son Yemek hakkında yazdıklarını bir yerlerde okumuş olabilir miydi? Hepsi arkadaşı olan bu sanatçılar kısa cümleleriyle (greguerias) meşhur Ramon Gomez de la Serna’nın davetiyle biraraya geldiklerinde kendi portreleri hakkında kimbilir neler düşündüler... Yıllar sonra, İspanya’da İç Savaş ve İkinci Dünya Savaşı’nın karanlığında kahve kapandı ve tablo kayboldu. Solana’nın Tertulia’sı, İspanya, Franco’dan ve onun karanlığından kurtulduktan sonra müzede yeniden göründü. Hakkında yazılıp çizildi. Bana göre, ortadaki şişeye bakılırsa bu insanlar şarap filan değil düpedüz rom içiyordu. Sohbetin rengi koyu olmalıydı.

MİHRAB


Müze,  bu yakınlarda Pombo Kahvesi Tertuliası’nı bakıma almaya karar verdi. Resmi en baştaki haline döndürmeye dayanan bu operasyon sırasında tuvale morötesi ışınların ardından bakınca bir de ne görülsün? Bir yeraltı altarı! Belli belirsiz bir Meryem figürü ile. Bu sırrı Solana’dan başka tablodaki diğerlerinin bilip bilmediğini biz hiçbir zaman bilemeyeceğiz. Pombo’nun durduğu o adreste bugün bambaşka bir mekân olsa da orası Madrid’in belleğinde düpedüz bir yer olmaya devam ediyor.

Koço’da mezelerin hiç değişmediğinden, garsonların öyle ya da böyle davrandığından şikayet ededuralım. Koço bir yer. Bu sergideki fotoğraflara, bodrumdaki kendini her göze göstermeyen ayazma görünümüne bakın! Koço, tıpkı Pombo gibi, içinde ne yenilir içilir, ne söyleşilir, gülünürse farketmez, bir yer olarak kalacak. Tüm yerler gibi oranın da bir cini var.