“Bunun da bir rüya olduğundan çok emin değilim. Ama bunlar ancak bir rüyada olabilir, ancak derin bir uyku bunca ‘hikayeyi’ bunca ayrıntısıyla barındırabilir diye bir ihtiyat payıyla anlatıyorum size. En başından bilmeniz gerekiyor; hüzün hayatımızın her zerresine sinmiştir bizim. En çok yalnız olduğum bir zaman, dünyanın bir ucunda, galiba geniş, geniş bir bahçenin en sessiz noktasında ıpıssız kaldığımda şunu idrak ettim ki, unutmak mümkün değil. Ya bir fil, ya bir balık, en fenası bir ayna -hatta bütün aynalar- hatırlatıyor. Lakin, hatırlattığı tam olarak nedir bilemiyorum. Bir suya mı giriyoruz, bir sudan mı çıkıyoruz; bilemiyorum. En fenası bu; hiç bilemiyorum. Yağmur mu yağıyor, yoksa bir havuzun suyunda yürüdüm de mi ıslandım, bunu da bilemiyorum. Çıkmak istediğim kapı kapalı. Güneşli birgün, ama kapı kapalı.
Bir kayığa binip gitmeyi deniyorum; suda birini beklerken yorulmuş bir kayık var. Lakin, belli ki beni beklemiyor. Ona binemiyorum.
Bir taksiye binip uzaklaşsam diyorum. Hiç biri beni almıyor.
Trenler geçip gidiyor, binemiyorum.
Uzaktan bir gol sesi geliyor. Ya Metin, ya Ali, ya da Feyyaz atmış olmalı. Hangisidir bilemiyorum.
Kendi yüzümü görüyorum bir camın aksinde, tanıyamıyorum. Ah, diyorum, bu bensem, bu beden kime ait? Bu yüz, bu eller, bu unutulmuş kap kacak?
Bir müzik geliyor kulağıma, bunca sessizlik içerisinde aşina olduğum bir melodi. Hangisidir bilemiyorum.
Bütün dünyayı gölgesiyle serinletecekmişçesine yayılmış koca bir ağacın altına uzanıyorum. Filler gelip geçiyor önümden. En çok onlar hatırlarlar, değil mi? Beni hatırlamıyorlar. Geçip gidiyorlar.
Çiçekler taze ama şamdanların mumları eksik. Bir ‘şey’ başlayınca bir ‘şey’ biter. Böyledir.
Sonra bir karanlık kutuya kapanıyorum. Her anımı, her anımı donduruyorum. Beni oradan çıkartacak, bu anları tekrar hatırlatacak birini beklemeye başlıyorum. Söylemiş miydim hatırlamıyorum; bu bahçenin üzümleri hüzünden; ama bir ‘şey’ bitince bir ‘şey’ başlar. Böyledir.”