Fotoğraf, eksik kalmış, masumiyetini yitirmiş, içimize çekmeye doyamadığımız, yerini dolduramayacağını düşündüğümüz bir dünya kurmamızı sağlar. Pratiktir, çünkü gerçeğin dokusunu oluşturur; göz yaşartır, çünkü zamanı geriye sarmamızı engeller. Ölüme yakın bir duygu olmasının nedeni fısıldadığı sözlerin, gizlediği ayrıntıların, sakladığı kokuların, ışığını yansıttığı şeylerin geri gelmeyeceğini bilmemizle ilgilidir. Anlamları bizleri yaralasa da fotoğraflara bakmak isteriz, en kötü ihtimal başımızı çeviririz ama kalbimizin bir yerlerini kırmasını sağlamak için yine de ısrarla bakmaya devam ederiz.
Aslında basit bir deneyimdir fotoğrafa bakmak, içindeki hayaletleri görmek, çeken kişinin korkularını hissetmek, zamana, yani bize ne aktarmak istediğini anlamak. Ali Arif Ersen'in bu üç köşeyi bedeninin bir uzvu gibi sindirdiği bir fotoğraf çekme anlayışı var. Bu asla kurtulamayacağını bildiği bir özellik, dolayısıyla öncelikle kendisi için deklanşöre basıyor, bu kesin. O ana hapsolmuş dünyayı ikinci kez kayda almanın gereksizliğinin önsezisiyle hep ilkindeki telaş, heyecan ve mutlulukla çekiyor. Bu mutluluğu önemsiyorum, çünkü fotoğrafçının müdahale etme şeklini tek ve biricik kılıyor. Elemek, fazlalıklardan kurtulmak anlamına geldiğine göre, dünya fazla gelmiyor Ali Arif'e. Görünüş dünyası var ve öyle olduğu için görünür kılmaya değer. İçinde yer aldığı ve gördüğü şey onu mutlu kıldığı için çekiyor, yoksa "her şeyi biriktireyim, nasıl olsa ayıklarım" kaygısıyla değil. Hayaletlerle de bir alıp veremediği var Ali Arif'in. Daha önceki iki sergisi "Tres Americas" ve "Sarajevo" ne kadar çok insanlar ve onların mevcudiyetini haykıran imgelerle dolu ise, bu sergisi de bir o kadar hayaletlere yer veriyor. Fotoğraf belki de doğası gereği hayaletleri kaydedebilecek nadir şeylerden biri. Hayaletlerin bir görünüp bir kaybolmaları fotoğrafın varla yok arasındaki sınırı ilga eden özelliğine o kadar uygun ki, onların bir siluet, bedensiz, şeffaf bir yüzey olarak kaydedilebileceğine dair hayal gücümüzü kışkırtabiliyor. Ali'nin fotoğraflarındaki hayaletler ise apaçık ortada. Hafıza bahçemize dönüşen ayna, ölüme terk edilmiş yanmış karyola, dev bir tabutu andıran boğazdaki tanker, kaybolunacak bir mağaraya dönüşen karanlık bir orman, kolları bir ahtapot gibi inip kalkan carousel, kadın bedeni gibi kıvrılan bir ağaç gövdesi, birazdan çöp kamyonunu boylayacak olan yalnız bir koltuk... illa bir beden arıyorsak işte orada, her biri bir forma dönüşmüş hayaletler olarak karşımızda dikiliyorlar. Görüyoruz, neredeyse dokunabilecek kadar yakınlaşıyoruz onlara. Kişiliğe bürünmüş halleriyle her biri sığındıkları, var ettikleri mekanları ve durumları aydınlatıyor, yarı masum yarı çekingen bir bakışla hayalet olmanın ne menem bir şey olduğunu anlatmaya çalışıyorlar. Bir de onları kuşatan bir atmosfer var, fotoğrafçının bir ressam olarak bu fotoğraflara eklediği. Rengin yoğunlukta kullanılmadığı halde doygunluk derecesinde yüzeyi kaplayarak her bir fotoğrafa kendine özgü bir atmosfer katmasıyla oluşan baskın bir derinlik bu. Ali'nin kazarak, silerek, perdahlayarak oluşturduğu, hayaletleri belirginleştiren ya da tam tersi onları ürküten bu müdahaleler, zamanı öyle bir donduruyor ki görünüş dünyası bir tek onlardan ibaretmiş gibi algılanıyor. Tuhaf bir melankoli, sebepsiz bir karaduygu, kırılabilir bir masumiyet içerisinde hayaletler fotoğrafçının malı oluveriyor. Onlarla konuşuyor Ali Arif. Renk ile, bulundukları gerçekliği ve gizledikleri anlamı bir nevi onlardan alıp sonra gerisin geriye onlara hediye ediyor. Buna, yalnızlıklarına ortak oluyor da diyebiliriz. Kaydetme gücüne sahip bir alet yardımıyla, hayaletler için geçerli olsa dahi, dünyaya sıkışmış yalnızlıkları görünür kılıyor Ali Arif. |